top of page
Post: Blog2_Post
11 - 14 Yaş İçin Felsefe Atölyesi
11 - 14 Yaş İçin Felsefe Atölyesi
Daha fazla bilgi ve kayıt için ana sayfada yer alan katılım formunu doldurunuz.
Time is TBD
Online Atölye

Yetişkinler İçin "Edebiyat ve Felsefe" Atölyesi 1. Soruşturma: Kırmızı Pazartesi

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2021

Kırmızı Pazartesi'nin Felsefesi



Kırmızı Pazartesi, yapmak istediklerimi en iyi şekilde gerçekleştirebildiğim romanım diyor Marquez. Halbuki roman '81 senesinde yayımlandığında, Marquez birçok dev eseri edebiyat dünyasına çoktan kazandırmıştı, ki edebiyatçılar tarafından romanın kusursuz hali olarak tanımlanan, Yüzyıllık Yalnızlık da bunların arasında yer alıyordu. Marquez'in romana böylesine bir değer atfetmesi, okurun zihninde ister istemez kitaba dair büyük bir merak uyandırıyor; acaba Marquez bu romanla neyi yapmak, neyi anlatmak istedi?


Romanın belki yirmi koca sene sonra yeniden okumasını yaparken, bu sorunun yanıtını aradım. Kırmızı Pazartesi öylesine katmanlı bir roman ki, oradan oraya sürüklenmek işten değil. Ben de bundan payımı aldım, ama sonunda, Marquez'in aslında romandaki her bir cümlede, her bir sözcükte hep aynı şeyi söylediğini anladım.


***


Kırmızı Pazartesi, kısacık bir roman. Novella türünün en iyi örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Bir cinayet romanı, ancak kitabın konusu bu olsa da, anlatmak istediği şey bu değil.


Kitabın öyküsü, gerçek bir hayat olayına dayanıyor. Marquez'in çocukken yaşadığı kasabada gerçekleşen bir cinayeti anlatıyor. Hikaye o kadar hakiki ki, annesi zamanında Marquez'i bu romanı yazıp yayımlamaktan men etmiş. Tekmil hısım akrabayı, konuyu komşuyu, ötekini berikinin adını zikretmeden bunu yazmanın yolu yok, yazamazsın demiş. Marquez de romanı yayımlamak için elli koca sene beklemiş. Annesinin ve kasabanın pek çok sakininin vefatından sonra yayımlayabilmiş Kırmızı Pazartesi'yi. Bir yazar için yazmayı bu kadar istediği bir kitabı elli sene boyunca bekletmek ne çilekeş bir hal olsa gerek. Roman, zihninde, gönlünde bunca yıl demlenince, acaba o yüzden mi Marquez anlatmak istediklerini bu kadar iyi anlatabilmiş?


Marquez, yayımlandığı dönemde edebiyat çevrelerinde oldukça şaşkınlıkla karşılanan bir anlatım tekniğiyle; belki de gazeteci kimliğinin etkisiyle adeta bir sorgulama, röportaj tekniği kullanarak yazmış Kırmızı Pazartesi'yi. Gazetecilik geçmişinin, onun gerçek hayatla bağının kopmasını engelleyen bir etkisi olduğunu söylüyor Marquez. Hukuk öğrenimi görmüş olmasının yansımaları da görülüyor romanda. Okur olarak, kendi hukukçu kimliğim de beni romanın bu katmanına şiddetle sürükledi ve itiraf etmeliyim ki, oradan çıkmakta epey zorlandım. Roman, hukuk felsefesinin, sosyolojisinin önemli sorularına dair büyük bir derinliğe sahip, ama benim gayem, Marquez'in aslında ne anlattığını anlamak ve onu soruşturmaktı. Kitabın büyük dertlerinden biri bu olsa da, asıl derdi bu değildi.


Kırmızı Pazartesi'yle ilgili okumalar yaparken, Livaneli'nin kısacık bir video kaydına denk geldim. Şu açıklaması bana büyük ışık tuttu. Kitap Türkçeleştirilip yayıma hazırlandığı dönemde, rahmetli Erdal Öz, kitabın orijinal isminden ayrılmaya ve romanı Kırmızı Pazartesi adıyla yayımlamaya karar vermiş. Livaneli, etme eyleme demiş, ama Öz, bu isimle romanı basamayız diyerek diretmiş ve neticede roman, Kırmızı Pazartesi ismiyle okuyucuyla buluşmuş. Bu isim ilk bakışta oldukça makul bir seçim gibi görünüyor. Zira cinayet bir Pazartesi sabahı işleniyor. Kitapta bir namus cinayeti anlatılıyor. Kırmızı, kanın rengi; bekareti, namusu simgeleyen renk. Ancak Livaneli, Erdal Öz'ün bu tasarrufunu yazara ve kitaba karşı büyük bir haksızlık olarak görüyor ve bunda sonuna kadar haklı.


Romanın asıl ismi; “Önceden İlan Edilmiş Bir Cinayetin Güncesi” ve kitap, şu cümleyle başlıyor: “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah 05.30'da kalkmıştı.” Marquez, kitabın bu ilk cümlesinden de önce, aslında henüz başlığında altın vuruşunu yapıyor; kahramanın öleceğini okuruna ilan ediyor. Tıpkı o Pazartesi sabahı işlenecek cinayetin, henüz işlenmeden önce failleri tarafından tüm kasaba halkına ilan edilmiş olduğu gibi. Kuşkusuz, bu son derece mühim ve bilinçli bir başlık seçimi.


***


Kitabı kısaca özetleyeyim.


Kasabada o Pazar akşamı bir düğün gerçekleşiyor. Angelo Viccario ile Bayardo San Roman evleniyor. Düğünün ardından, gecenin ilerleyen saatlerinde, Bayardo San Roman, karısı Angela Viccario'yu bakire olmadığı gerekçesiyle baba evine geri götürüp, bırakıyor. Anne Viccario, evdeki kimseyi uyandırmadan saatlerce kızını sessizce dövüyor. Ardından Angela'nın yirmi dört yaşındaki erkek ikiz kardeşleri Pedro ve Pablo Viccario'yu uyandırıp, onlara durumu anlatıyor. İkiz erkek kardeşler Angela'ya o adamın kim olduğunu soruyorlar. Angela, Santiago Nasar'ın ismini söylüyor. Bunun üzerine ikiz kardeşler aynı gece, yani Pazartesi sabaha karşı ellerindeki en keskin kasap bıçaklarını alarak Santiago Nasar'ı öldürmek için onu aramaya çıkıyorlar. Nasar'ı bekledikleri ya da aradıkları her yerde, karşılaştıkları herkese Nasar'ı öldüreceklerini söylüyorlar. Neredeyse kasabaki herkes Viccario kardeşlerin Santiago Nasar'ı öldüreceklerini öğreniyor ama Santiago Nasar bunu son ana kadar duymuyor. Aslında Viccario kardeşler Santiago Nasar'ı hiç kimsenin haberi olmadan, hemen öldürmek için gereken hiçbir şeyi yapmıyorlar. Tam tersine, biri çıkıp da onu öldürmelerini engellesin diye akla gelebilecek her çareye başvuruyorlar. Ama bunu sağlamayı başaramıyorlar.


Bu noktada, soruşturmayı başlatmak için hangi soruyu sormam gerektiği üzerinde epeyce düşündüm. Hukuk felsefesi ve sosyolojisi beni adeta bileklerimden kavradı diyebilirim. “Nasar'ı kim öldürdü?” Bu soruyla, suç, suçlu, özgür irade kavramlarına, suç kavramının toplumsal ve sosyal boyutuna, hukuki ve ahlaki sorumluluğun sınırlarına, ahlaki eylemsizlik olgusuna doğru hızlıca yol alırdık. Çok da güzel bir felsefi soruşturma olurdu.


Ancak soruşturmaya başka bir soruyla başladım: “Nasar'ın ölmesine, bu cinayetin işlenmesine yol açan şey neydi?” Bu soruyla, kitlesel ve bireysel eylemsizliğin nedeninin, rastlantılar zincirinin halkalarını oluşturan, Viccario kardeşleri bu cinayeti işleme saikiyle harekete geçiren şeyin ne olduğuna doğru yol almak istedim.


Cinayetin bir namus cinayeti olması, Nasar'ın Arap kökenli, varlıklı oluşu ve bizi daha nice kavrama taşıyacak pek çok unsur aslında hep aynı şeyi anlatıyordu: “Kalıp düşüncelerimizi ve önyargılarımızı”. Bu iki kavramı önüme katıp, kitabı bu bakışla okuduğumda, işte o zaman Marquez'in ne muhteşem bir eser yarattığını bir kez daha anladım.


Zihnimde beliren sorular ise şunlardı: Acaba ahlaki eylemlerimizin sınırlarını belirleyen şey, önyargılarımız mı? Acaba insan topluluğu, önyargılar olmadan bir topluluk kimliğine sahip olabilir mi?


Viccario kardeşler cinayetin ardından şöyle sesleniyorlardı: “Onu bilinçli öldürdük, ama biz masumuz. Hukuk bizi masum bilsin, yasa bizi masum kılsın.” Hatta pederin huzurunda günah çıkarmayı reddediyorlardı. Çünkü günah işlemediklerine, masum olduklarına inanıyorlardı. Neden insan öldürme eylemini gerçekleştirmelerine rağmen masum olduklarını düşünüyorlardı? Bu soru beni, bir diğer soruya götürdü: “Acaba kalıp düşüncelerimiz ve önyargılarımız, vicdanımızı manipüle ediyor mu?”


Şunu da söylemeliyim ki, Marquez bir yandan da, çok bilinçli bir şekilde okura rastlantıların o gizemli dünyasını işaret ediyor. Öyle ki, sanki o cinayet kaçınılmaz bir sonmuşçasına, hayatın olağan akışı fırlatılıp bir kenara atılıyor. Gerçekten de bu cinayetin işlenmesi kaçınılmaz bir sonuç muydu? Bu soru, okurun zihnine o kadar açık şekilde bırakılıyor ki, insan ister istemez, Marquez bununla ne yapmak istiyor diye kendisine soruyor? Kader bizi görünmez kılar deyip, hepimizi iyiden iyiye bilinmezliğe sürüklerken ne demek istiyor? Öyle mi gerçekten? Tüm bu rastlantılar kader mi? Kader, yazgı dediğimiz şey nedir peki? Acaba, önyargılarımızın kollektif bir sonucu olabilir mi?


***


“Sorgu yargıcı, Santiago Nasar'ın aleyhine kanıt bulunmaması karşısında öyle şaşkına dönmüştü ki, özenle hazırladığı rapor hayal kırıklığı nedeniyle yer yer aksıyordu. 416'ncı sayfanın kenarına eczacıdan aldığı kırmızı mürekkeple, kendi el yazısıyla şu notu düşmüştü: “Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”


***


Gabriel Garcia Marquez... Canım Gabo...


Ölüm yıldönümünde Kırmızı Pazartesi'nin ince patikalarında dolanarak sanki yüreğimizin ta diplerinden bir selam gönderdik sana. Halbuki bunun farkında değildim atölyenin gününü belirlerken, Kırmızı Pazartesi'yi 17 Nisan günü soruşturmayı seçerken. Dediğin gibi, hayat, edebiyatta bile görülmeyen onca rastlantıdan yararlanmış olabilir mi?


***


Dr. Nazlı G. Ülkü




114 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page